18 Ekim 2013 Cuma

Film - Now You See Me (Sihirbazlar Çetesi) (2013)

Merhabalar!

Yazmayalı aylar olmuş. Buna özen göstersem iyi olacak.

Az önce izledim bu filmi. Çok eğlenceliydi, güzel zaman geçirdim, kendisine puanım 8/10.

IMDB sayfası için: tık

Afişe de bakalım hemen:

Jesse Eisenberg taa Get Real günlerinden beri sevdiğim bir adam. Giderek seksileşiyor mudur, yoksa benim nerdleri giderek daha çekici bulmamla mı ilgili bu durum bilemiyorum. Evet, kendisi ne yaparsa yapsın tam bir nerd. Ve resmen çekici lanet olsun. Kime benziyor bu adam diye siz de kendinizi hırpalıyorsanız, hemen söyleyeyim, aradığınız isim Trent Ford.

Isla Fisher ise sevimliliğin hayat bulmuş hali gözümde. Confessions of a Shopaholic'i izlediğimden beri bu böyle. O kadının bütün filmlerini izlemiş olabilirim.

Dave Franco (kocaman bir <3) zaten çok tatlı. Gülünce abisinden ayırt etmek mümkün olmuyor kendisini. Ama abisinden daha taş olduğunu söyleyebilirim, hem yaşı da bana daha yakın, kıpskıps. Gülüşünü yerim onun. Sonunda düzgün bir filmde, düzgün bir rol kapabildiği için çok sevindim.

Woody Harrelson'a diyecek bir şey bulamıyorum. Çok başarılı adam. Cheers'teki şapşal halini hatırlıyorum hala :)

Mark Ruffalo filmlerin FBI ajanı rolünde kadrolu eleman olduğu için burada da eksik kalmamış. Ama izlemesi kolay bir adam, ben başarılı buluyorum onu da.

Bir Morgan Freeman ve Michael Caine gerçeği de var tabii. Tanrıyı (The Almighty) ve Alfred'i izlerken arada şaşırmadım değil. Oldukları sahneleri çaldıkları kesin. Oluyor böyle şeyler, takılmamak lazım.

Neredeyse unutuyordum. Filmin sürpriz oyuncusu, o güzelim "european" aksanıyla ortalarda salınan sarışın hatun Mélanie Laurent. Pek güzel bir insanmış o da.

Kim kim bakalım biliyor musunuz?

Filmi izlemeye başladığımda konusunu bilmiyordum. Afişi gördüm, oyuncu kadrosuna tav oldum ve izlemeye başladım. İyi ki de yapmışım, çok eğlendim. Zaten sevdiğim oyuncular olduğu sürece filmden tatmin olurum ama Now You See Me'nin kurgusu da gayet iyiydi bence. Arada klişeler yok değildi tabii. Sürpriz bir sonu olduğunu da belirteyim.

Film, her biri kendi alanında çok başarılı birer "sihirbaz" olan 4 kişinin, sihirbazlar için masonlar gibi üst düzey bir topluluğumsu bir şey olduğuna inanılan The Eye (Göz)'dan bir davetiye almalarıyla başlıyor. Kulübe kabul edilmeleri için büyük çaplı birkaç şeyi (gösteri sırasında banka soymak gibi) başarmaları gerekiyor, tabii FBI da peşlerini bırakmıyor ve böylece bir kovalamaca başlıyor. 


Film bitince hemen çıkmayın, biraz sabrederseniz, şirinleri bile görebilirsiniz.

Ayrıca filmin müzikleri de harika. Soundtracki ve score albümünü ele geçirmeliyim. Örneğin hep beraber dinleyelim: youtube tıkı.

Güzel zaman geçirten bir film, 2 saatin nasıl geçtiğini anlamadım diyebilirim. İzleyin, pişman olmayacaksınız.

İyi seyirler.

4 Şubat 2013 Pazartesi

Dizi - That '70s Show (1998) - Birinci Sezon

Merhabalar.

Sıradaki dizimiz That '70s Show. Reklam yapıp duruyorum ama, dizinin tüm bölümlerini (altyazılar genel olarak dandik, hemen belirteyim, ben yapmadım :p) Dizimag'den izleyebilirsiniz.



 Adından da anlayabileceğiniz gibi, '70lerle ilgili bir dizi bu. 20-25 dakika sürüyor her bölümü. Türüyse komedi.

Dizinin ilk sezonu tek kelimeyle muhteşem. Her bölüm kahkahalarla güldüğüm anlar oldu. Karakterler zaten birbirinden başarılı. Eric Forman (Topher Grace), Steven Hyde (Danny Masterson), Michael Kelso (Ashton Kutcher), Donna Pinciotti (Laura Prepon), Jackie Burkhart (Mila Kunis) ve Fez (Wilmer Valderrama) insanlarından oluşan bir arkadaş grubunun hayatını izliyoruz dizide. Ve tabii gerçekten çok başarılı ebeveyn karakterleri olan -Eric'in ailesi- Red Forman (Kurtwood Smith), Kitty Forman (Debra Jo Rupp) ve onların arkadaşları -aynı zamanda Donna'nın ailesi- Bob Pinciotti (Don Stark) ve Midge Pinciotti (Tanya Roberts)'yi unutmamak gerek. Kadronun ne kadar ünlü isimlerden oluştuğunu fark etmişsinizdir sanırım. Bu diziden çıkan ünlü olmuş gibi görünüyor :O

'70leri pek bilmediğimden yorum yapamayacağım ama okuduğum şeylerden dizinin '70ler atmosferine sadık kaldığını söyleyebilirim, gerek kıyafetler, gerek müzikler gerekse yapılan edilen şeyler olsun.

Açıklamak istediğim bir başka şeyse Fez karakterinin adı. Fez, dizide bir yabancı değişim öğrencisi (Foreign Exchange Student) ve gerçek adı ya da nereli olduğunu hiç kimse bilmiyor. Fez adı da "foreign exchange student"ın kısaltmasından ve Fez'in ilk başta aksanı yüzünden s'leri z söylemesinden geliyor. Sırf bu bile dizinin ne kadar komik olduğunun kanıtı olabilir bence.

Dizi hakkında bayıldığım bir başka şey ise jeneriği. Videoda herkesi tek tek inceleyip triplerine bakmanızı tavsiye ederim:




- Hanging out/ down the street/ the same old thing/ we did last week/ not a thing to do/ but to talk to you/ ooow yeaaah/ HELLO WISCONSIN! -

Bu jeneriğe bayılıyorum, bu kadar güzel olmasına rağmen ikinci sezonda hemen yenilemişler. Hem görüntüler değişmiş, hem de şarkıyı Cheap Trick diye bir grup söylemiş. Bu ilk halinde "Hello Wisconsin!" diye bağıran dizideki Steven Hyde (Danny Masterson)'mış, ben çok sevmiştim bu gerçeği. İkinci sezonun introsu aynı hissi vermiyor maalesef :/

İkinci sezonun ilk 5 bölümünü falan izledim, söyleyemek istediğim ilk şey ilk sezon kadar komik olmadığı. Zaten jenerik değişiminin de hayal kırıklığı var :/ Demek istediğim, ilk sezonun kıymetini bilin.

Toplamda 8 sezon var, ben izledikçe her sezon için böyle bir eleştiri yazmayı planlıyorum. Sezon 2 için bekleyin bakalım.

Bu diziyi izleyin, gülün, eğlenin, mutlu olun.

İyi seyirler.

3 Şubat 2013 Pazar

Dizi - 666 Park Avenue

Merhabalar.

Bugünkü dizimiz 666 Park Avenue



Şimdi, IMDB'deki promo fotoğrafına bakıp inanılmaz havalı bir şey beklemeyin, hatta bence o 7,1'e de inanmayın.

Ben dizinin sadece iki bölümünü izledim açıkçası, 10. ve 11. bölümler, o da çevirisini yaptığım için. Çeviri yaptığımdan bahsetmiştim ya? Dizimag sitesinde altyazı çevirmenliği yapıyorum diye hatırlatayım (Evet, bununla gurur duyuyorum, minik bir hava atma söz konusu :p). O yüzden dizinin başını sonunu bilmiyorum. Fakat çeviriyi yaparken diziyi araştırdım tabii ki, ve az çok bir fikir edindim. Şimdi gelelim bunları paylaşmaya.

Dizi her yerde Devil's Advocate (Şeytanın Avukatı) filminin dizi versiyonu olarak ifade ediliyor ve bu gayet doğru. Filmde Al Pacino, Keanu Reeves ve Charlize Theron'un performansları çok başarılıydı. Dizide ise Al Pacino'nun yerini Terry O'Quinn (Lost), Keanu Reeves'i Brothers&Sisters'dan tanıdığım Dave Annable, Charlize Theron'u ise Rachael Taylor oynuyor. Tanıtım fotoğraflarında çok çekici durmasına rağmen, dizide Rachael Taylor pek güzel görünmüyor, kadın bir türlü kırmızı giydirmedikleri için herhalde. Dave Annable'a da çok yanlış makyaj yapıyor olsalar gerek, çünkü adam çok yaşlı duruyor. Hatta çok yaşlı ama makyajla gençmiş gibi yutturulmaya çalışılıyormuş gibi görünüyor, kimsenin bu durumdan memnun olmadığına eminim. Yani, bu adama Brothers&Sisters'ta aşıktım ben, şimdi ise çekici bile gelmiyor. Bir yerde bir şeyler çok ters gitmiş olmalı.
  
Brothers&Sisters
666 Park Avenue


 Aradığım cevap sanırım zaman. Bu iki fotoğraf arasında 4 yıl var sadece. Neyse, iyi saçmalıyorum, duyan da adamın yüzüne bakılmayacak hale geldi sanır. Ama yine de 34'ten daha yaşlı duruyor bence.

Dizinin konusu dediğim gibi, Şeytanın Avukatı'na benziyor. Dave Annable (Henry) ve kız arkadaşı Rachael Taylor (Jane) 666 Park Avenue adresindeki, dizide "The Drake (Drake)" olarak geçen binada yaşıyorlar, dizinin başlarında yeni yerleşmeleri falan filan vardır. Bu binanın sahibi Terry O'Quinn (Gavin Doran) ise anladığım kadarıyla doğaüstü güçlere sahip, çünkü bina içerisinde herkese istediğini verebilme gücüne sahip. Ama tabii ki her şeyin olduğu gibi, bunun da bir bedeli var. Gavin gerçekten şeytan mı bilmiyorum, dizide de henüz açıklandığını sanmıyorum. Jane ise bir nevi seçilmiş kişi, orada sıkışan ruhları kurtarıyor, özel bir nesilden geliyor sanırım. Drake gibi eski ve tüyler ürpertici bir binada tabii ki doğaüstü olaylar birbirini kovalıyor, bunların hepsi de -yanılmadınız- Jane'i buluyor, Jane'de sonlanıyor, Jane günü kurtarıp duruyor. Jane tabii bu tür şeyler yaşadıkça binada ve Gavin'de bir şeyler döndüğünü anlıyor ve olayı çözme çabalarına giriyor. Dizinin esas hikayesi bu olsa da bir sürü yan karakter ve yan hikaye de mevcut. Yan hikayelerin gayet başarılı olduğunu söyleyebilirim. Yan karakterlerden sadece Robert Buckley'yi tanıyorum ve adamı görünce resmen şoka girdim. Çünkü ben Robert Buckley'le Lipstick Jungle'da tanışmıştım -çok güzel diziydi o da, iptal edilince pek üzülmüştüm-, orada gayet taş bir insanken, sonra One Tree Hill, şimdi burası derken giderek kilo alıyor bu adam. Hele burada Christina Aguilera'dan hallice bir kıvama gelmiş. Ona da hemen bakalım:
666 Park Avenue'daki hali
Lipstick Jungle'daki çıtır halleri
 Yani, yine de adam itici falan değil tabii ki, ama benim ona alıştığım hali de değil şimdi. Neyse.

Merak ettiyseniz buyrun bir de bütün kadroya bakın:

 

 Dizi bana göre pek akıcı ilerlemiyor. Diyaloglar görece olarak az (Hart of Dixie'yle karşılaştırıyorum, ikisinin çevirisini yaptığım için), sahneler arasında 6-7 saniye sessizlikler oluyor, karakterlerin yüzlerine gözlerine zumlar gibi Türk dizisi numaraları yok değil. Bu sebeplerden, konusu ilginç ve oyuncuları kısmen ünlü olsa da pek izlenebilir bir dizi değil gibi gelmişti bana, ama sevenine de karışmazdım tabii. Fakat araştırırken öğrendim ki iptal edilmiş. 13 bölüm olarak belirlemişler en azından, izleyicilere az çok bir son sunulmasına izin vermişler, bu çok iyi olmuş. Şu ana kadar en son 11. bölüm yayınlandı, 12. bölüm 5 ya da 6 şubatta malum ortamlara düşecekmiş.

Kısacası, fantastik şeyler, gizemli olaylar seviyorsanız izleyebilirsiniz. Çok müthiş şeyler beklemezseniz sizin için iyi olur. Fakat vaktim kıymetli diyorsanız, bu alanda daha başarılı diziler olduğu da bir gerçek. Bana göre 5,5/10.

İyi seyirler.


25 Ocak 2013 Cuma

Film - Bitik Şehir/Broken City (2013)

Merhabalar.

Az önce sinemadan dönmüş halimle hemen yazıyorum.

Meraklısını IMDB'ye alayım hemen. Russell Crowe, Mark Whalberg ve Catherine Zeta-Jones başrollerde. Tipik bir polisiye-macera olduğunu söyleyebilirim.

Biraz yavaş ilerleyen bir film, yanımda ablam bayılmak üzereydi. Birkaç kere çıkmaya yeltendi ama ben filmi bitirmeye kararlı olduğum için oturdu benimle. Russell Crowe, herkesi şantaj ya da rüşvetle satın almış, tabir-i caizse şehirde istediği gibi at koşturan bir belediye başkanını canlandırıyor, hem de New York Şehri'nin belediye başkanı. Seçimler yaklaşmış, rakibi gayet dürüst bir adam. Russell Crowe'un eşi (Catherine Zeta-Jones), polis departmanı falan herkes öbür adamın seçilmesi için uğraşıyor ama Crowe'un kozları da sağlam sonuçta. Ve tabii ki tüm bu dönen komploları, olaya sonradan dahil olup, her şeyi bir hafta gibi bir sürede çözen Mark Whalberg bitiriyor. Yani düşün, kocaman sistem işliyor yıllardır, gazeteciler, polis falan adamı yakalamaya çalışıp başaramıyor, ama Mark Whalberg (ki filmde işten atılmış bir eski polis, şimdinin özel detektifi) bir hafta gibi bir sürede çökertiyor sistemi. Fuck yeah!

Filmde tabii ki 3 kelimeden biri fuck. "I fucking want you to fucking tell me what the fuck is going on!" Hayal edebilirsiniz. Crowe, Zeta-Jones, Whalberg hepsi yaşlanmışlar. Russell Crowe daha da kilo almış sanırım, Catherine Zeta-Jones'u boğazladığı bir sahne vardı, dolma parmaklarına bakmaktan izleyemedim, dramatik olması gereken bir sahneyi kaçırdım. Ayrıca Crowe artık sadece "kötü patron" rollerini mi kabul ediyor nedir, adamı hep aynı rolde görüyorum. Mark Whalberg'den hiç bahsetmek bile istemiyorum, adam tüm aksiyon filmlerinde aynı, tek bir karakteri canlandırıyor gibi. CZJ hala çok güzel, lakin o da yaşlanmış maalesef.

Filme dair tek beğendiğim şey, iş olsun diye konulan sevişme sahnelerinin olmamasıydı.

Polisiyelerden çok hoşlanmadığımı anlamışsınızdır. Ama sizin sevdiğiniz bir türse gönül rahatlığıyla izleyebilirsiniz, çok tipik bir film, bir polisiyeden beklediğiniz her şeyi karşılar. Fakat benim için 5/10. Mark Whalberg'i pek sevdiğimden 6/10.

İyi seyirler.

24 Ocak 2013 Perşembe

Dizi - Hart of Dixie

Merhabalar.

Esasında 2011'de yayın hayatına başlamış bir dizi bu. Baş rollerinde sevimli insan Rachel Bilson, Scott Porter, Wilson Bethel ve Jamie King var. Pek sevimli bir dizi, taşra havasını da iyi yansıtıyor.

Dizi hakkında yorum yapmak için daha sonra detaylı bir yazı yazmayı planlıyorum, fakat şimdilik sadece reklam yapmak için buradayım.

Dizimag isimli dizi izleme sitesinde, bu dizinin bölümlerini ben çevirmeye başladım, benim altyazılarımla güzel güzel izleyebilirsiniz Hart of Dixie'yi. Şimdilik sadece 2x09, 2x11 ve 2x12'yi ben çevirdim, ama bundan sonra düzenli olarak ben yaparım diye tahmin ediyorum.

brooke rumuzuyla çevirilerimi tanıyabilirsiniz. Çok mutlu ve gururluyum bu konuda :)

Öpücükler herkese ve tabii ki,

iyi seyirler.

Film - Rise of the Guardians (2012)

Merhaba.

Öncelikle, IMDB. Afişe de bakalım hemen:



Bir de daha yakından bakalım:



Geçen hafta iki kere sinemada izledim bu filmi. Aslında 2012 filmi olmasına rağmen, bizde daha önceki hafta vizyona girdi. 

Beklediğim bir filmdi ve şunu söyleyebilirim ki filme BAYILDIM! Çok, çok, ÇOK beğendim, tekrar tekrar izleyeceğim onu.

3 boyutlu bir film, ama 3 boyutun pek esprisi yok açıkçası, bir iki sahnede kar yağması var, o kadar. Ama en azından film karanlık değil 3 boyut yüzünden. Özetle, sinemada izlemediğinize pişman olmayacağınız bir film. 

 Film Ay Dede (evet benim de kulağımı çok tırmaladı)'nin seçtiği gardiyanların -Noel Baba (Filmde Kuzey olarak geçiyor), Paskalya Tavşanı, Diş Perisi, Uyku Perisi/Kum Adam ve sonradan aralarına katılan Jack Froust- çocukların hayallerini, rüyalarını, umutlarını, tüm iyi şeyleri kısacası, Korku/Kara'ya karşı korumalarını anlatıyor. Niye Ay bu kadar önemli, hiçbir fikrim yok. Çocuklar arasında da bir tanesi Jamie özellikle ön plana çıkıyor, tek başına dünyayı kurtarıyor desem yeri. Kuzey'in yardımcıları Yetiler ve Elfler, Tavşan'a yardım eden dev kaya yumurtalar, Diş'e yardım eden süt dişi perileri falan, yan karakterler de acayip sevimliydi, çok sevilesi şeyler yapmışlar. Espriler falan genel olarak gayet iyi, çocuk filmlerinin büyük bir çoğunluğunda olan bu-bir-çocuk-filmi-o-zaman-gerizekalılara-hitap-eden-espriler-yapalım olayı bu filmde yok. Ebeveynler de çok sıkılmadan izleyebilirler. Dublajı da gayet başarılı olmuş, bir iki yerde çok kulak tırmalayan devrik cümle dışında şikayet edebileceğim hiçbir şey yok. Tabii, daha sonra yine orijinal halini izleyeceğim, o ayrı.

McDonalds bunların oyuncaklarını veriyor bu ara ve ben de topluyorum! Şimdilik 4 tanesine sahibim, daha sonra oyuncakları gösteren bir yazı da hazırlamayı düşünüyorum. 

Çok sevdiğim bir film oldu bu. Şiddetle tavsiye ederim.

İyi seyirler.

17 Ocak 2013 Perşembe

House of Anubis - 2. Sezon

Merhabalar.

Öncelikle, House of Anubis hakkında ilk yazı için şurdan alayım.

Kabul etmesi biraz utandırıcı olsa da House of Anubis'in (bundan sonra HoA olarak geçecek) ilk sezonunu bitirdim, hatta ikinci sezona başladım. Bu yazı eminim spoiler içerecektir, baştan uyarmış olayım.

Her bir bölümü 10 dakika olduğu için, diziyi izlemek resmen azim ve kararlılık istiyor. Sürekli onu tıkla, bunu tıkla, reklamları kapat falan. Dizide kimsenin rol yapamaması da ayrı itici tabii. Ama gel gör ki konusu ilginç geliyor, izlemeye devam ediyorum.

2. sezonda yine bir gizem, yine var olan her ipucunun evde gizli olması ama neredeyse 100 yıldır kimsenin bu ipuçlarını bulamaması, lakin bir avuç ergenin çatır çatır her şeyi çözmesi başrolde. Ayrıca geçen sezon sadece 4 kere görünen Joy karakteri, tekrar eve dönmüş durumda ve itiraf etmeliyim ki izlerken göz tırmalamayan nadir insanlardan. Fabian ve Nina'nın artık sevgili olacaklarını düşünürken, 10. bölümde arkadaş olarak kalmalarının daha iyi olduğunda anlaştılar, ki özünde ikisi de böyle hissetmiyorlar. Hyataımda gördüğüm en saçma şeylerden biriydi sanırım bu kurgu. Dizi zaten önceki sezonun sonlarına doğru çok çılgın mantık hataları yapmaya başlamıştı. Gerçi bu sezon biraz daha özen gösterdiklerine inanmak istiyorum.

Karakterlere gelirsek,

Amber hiç beklemediğim halde en sevdiğim karakterlerden biri haline geldi. Ama onu Alfie'yle izlemek istemiyorum, neden onlar bir çift olmak zorundaydı ki? Hele orada Jerome varken.

Jerome: bu sezonbabasını bulmak gibi tırt bir hikaye de olsa, Jerome'a kendi hikayesini verdikleri için seviniyorum, kanımca HoA insanları arasında en kayda değer olanı o. Patricia'yla bir çift olsalar keşke ya da Amber'la. Dizinin en güzel iki insanı onlar çünkü.

Ama bir yandan Patricia olmasını istiyorum, çünkü Joy'u sayıklamayı bıraktığında bir anda Patricia daha bir sevilebilir hale geldi. Ayrıca bu sezon aşırı arka planda kalıyor, onu öne çekmek için Jerome iyi bir hamle olabilir. 

Demek istediğim, Mick ve Mara itici ikilisinin bile daha çok ekran zamanı var, çok saçma. Onların ne yaptığını gerçekten merak eden var mı acaba? İşin ilginci, dizinin temelini oluşturan bu Mısır'dan kalma mistik olaylarla uzaktan yakından alakaları yok. Zaten Mick gidici sanırım, ailesi taşınıyormuş falan filan. Mara yine asi hallerine dönerse izlenebilir hale gelebilir. Ama tek rolü birinin kız arkadaşı olmak olacaksa o da gidebilir.

Alfie sebepsizce itici bulduğum bir çocuk. Komik desem, değil. Amber'a olan aşkıyla romantik gelmesi gerekiyor, ama öyle de olmuyor. Alfie hakkında olumsuz hislerimin bile olmadığı, o derece umursamadığım bir karakter.

Joy'un Fabian takıntısını hiç hoş bulmasam da, diziye bir hareket kattığı kesin. Düşününce Nina gelmeden önce aralarında bir şeyler var gibiymiş, ama öte yandan Joy ilk kaybolduğunda Fabian hiç iplememişti ve ilk görüşte Nina'dan hoşlanmıştı. Bu sebeplerden dolayı Fabina all the way! diyorum. Ama youtube'dan izlediğim bir iki videodan gördüğüm kadarıyla Joy'la Fabian'ın öpüştüğü bir sahne var, ve onların yakınlaştıkları bir dönem olacak. Uyuz olurum olm, adam gibi ipuçlarını kovalasınlar, gereksiz gençlik dizisi dramlarına (aşk üçgeni!) girmelerine hiç gerek yok.

Fabian bu sezon daha erkek gibi. Ama hala ara ara gay göründüğü anlar oluyor. Ayrıca gülümserken iyi hoş da sırıtmaya çalıştığında spazm geçirir gibi oluyor, yani, utanmasam sırıtmak çocuğa yakışmıyor diyeceğim. Bir de Joy'a bu kadar yüz vermekten vazgeçip Nina'yı sahiplense bir an önce. İzlerken ben bile rahatsız oluyorum, Nina kim bilir neler hissediyordur.

Jerome'un daha çok ön plana çıkmasını, biriyle mutlu olmasını istiyorum. Kardeşi Poppy de dizide batmayan nadir insanlardan. Mara'nın arka plana karışıp yok olmasını istiyorum. Mick'in izlerken içimin bayılmayacağı birine "Babes" ya da "Gorgeous" demesini istiyorum. Amber Alfie'den hoşlanmasın istiyorum. Fabian ve Nina ayrı ayrı Joy'a ağzının payını versin istiyorum. Nina'nın kaşları bir sabit dursun istiyorum, Jared Padalecki'nin kaşları bile daha az oynak. 

Bunun sadece bir dizi olduğunu biliyorum, dizileri fazla ciddiye alan bir insan olduğumu çoktan belirtmiştik.

Şimdilik bu kadar.

İyi seyirler.

14 Ocak 2013 Pazartesi

Dizi - House of Anubis (2011)

Merhabalar.

Önceki gün, IMDB'de oyalanırken denk geldim bu diziye. House of Anubis. Bu ara hep "A Song of Ice and Fire" serisini okuduğumdan, bu "house" olaylarına pek yakın hissediyorum kendimi. IMDB'de puanı 7/10, gençlik dizisi, biraz da fantastik bir şeye benziyor, dedim tam benlik.

watchseries.eu tadilata girdiğinden beri, hayatımın dizi kısmı büyük darbe almış olsa da, google'ın yardımıyla izleyecek bir yer buldum sonunda. IMDB'de 126 bölüm görünmesi gözünüzü korkutmasın, ben ilk gördüğümde dehşete düşmüştüm açıkçası, "Bu ne be böyle Türk dizisinden hallice" demiştim. 2 sezon 126 bölüm şimdi, insaf. Ama işin esprisi, bölümlerin 15 dakikalık olması. Hatta jenerik, reklam, zart zurtu çıkarınca 12 dakikalık -bazen 10 dakikalık- bir yayın kalıyor.

Sonuç olarak, ilk birkaç bölümü izledim. Dizi, Amerikalı bir genç kızımızın (Nina), bir ingiliz yatılı okuluna transferiyle başlıyor ve dizi bu yatılı okulda geçiyor. Bu kız hariç, tüm oyuncular İngiliz, benim gibi aksan delisi bir insan için harika bir şey bu. Nina'ya yurt olarak bu House of Anubis veriliyor. Ama Nina'nın buraya yerleştiği günün sabahı, aynı yurttan bir kız (Joy) apar topar okuldan alınıyor ve kızın varlığına dair her şey yok ediliyor (Dahil olduğu fotoğraflardan falan siliniyor). Joy'un bu ani yok oluşundan kıllanan en yakın arkadaşı Patricia, yetkilileri (okul müdürü, yurt görevlisi falan) sıkıştırmaya başlıyor ve olayın Nina'yla alakalı olduğunu düşünüp Nina'ya hayatı zehir etmeye başlıyor. Bu Anubis evinde kalan diğer insanlardan (Mara, Amber, Jerome, Mick, Alfie, Fabian) sadece Fabian insan gibi davranıyor Nina'ya ve ileride bu ikisinin arasında bir şeyler olacağı çok net işaret ediliyor. Nina zamanla herkesle iyi geçinmeye başlıyor gerçi. Hikaye ise Patricia'nın Joy'un kayboluşunu araştırması ve Nina'nın Anubis evinin tarihine dair sıradışı bir şeyler keşfetmesi etrafında ilerliyor. Diğer karakterler daha çok eften püften şeylerle varlar, dizinin "gençlik dizisi" kotasını doldurmakla yükümlüler sanırım.

Oyuncular -hepsine bakmadım gerçi- genel olarak 92li. Çok bebek duruyorlar o sebeple. Ayrıca en önemli noktayı söylemeyi unuttum, bu bir Nickelodeon dizisi, bu da her şeyin acayip basitleştirilip çocuklaştırılması demek. Yani gerçekten potansiyeli olan bir konu, fazlasıyla yüzeysel olarak işleniyor. Gerçi eleştirmem hata, sonuçta adamlar bunu benim yaşımdakiler için hazırlamadılar ama neyse işte izlemiş bulundum, beğendim anlatıyorum. Olaylar falan gereksiz uzatılıyor, "Hmm Victor anahtarı masaya koyarak ne yapmak istedi acaba?" gibi saçma cliffhangerlar veriyorlar. Aksanlar da bazen zorlama gelebiliyor. Ama oyuncular genel olarak pek sempatikler, konu da ilginç geldiği için izledim ben. 15 dakika olması da ayrı güzel tabii. Sonunu merak ettim aslında.

Nina gerçek olamayacak kadar saf ve temiz kalpli, Fabian da isim olarak talihsiz olmasının yanında, ara ara gay gibi görünse de, dizinin Jerome'la birlikte en sevilesi karakteri. Açın bakın çok boş vaktiniz olursa. Buyrun afişi:





O gözü gören herkesin aklından "illuminati" esprileri geçiyordur eminim.

Ve kim kimdir için:




İyi seyirler.

13 Ocak 2013 Pazar

Film - The Amazing Spiderman (2012)

Eveet. Yaklaşık yarım saat önce izledim bu filmi. Çizgi roman uyarlamalarına bayıldığımı ve süper güç olayına hasta olduğumu hesaba katarsak, izlemekte bayağı geç kaldım aslında. Bunun birkaç sebebi var.
- Tobey MaguireSpiderman olarak seviyordum ben. Neden yeni bir seriye başlamaları gerektiğini bilmiyorum. Az çok okudum bir şeyler ama hala tam bilmiyorum.
- Andrew Garfield'ı nedensizce sevmiyordum. Adını The Social Network'ten duymuştum, o filmi sevmiyordum -ki hala sevmem, izlemedim, ama sevmem-, haliyle o filmle gündeme gelen bu çocuğu da sevmemiştim. Sebepsizce antipati duymak gibi huyum vardır anladığınız gibi, ama atlatabiliyorum en azından.
- İlk seride Kirsten DunstMary Jane olarak hiç benimsemesem de, esas kızın Gwen Stacy olmasını daha da yadırgadım. Hele Emma Stone'un bunun için o güzel kızıl saçlarını sarıya boyatması fikri çok iticiydi. (Ama ironiyi hissettiniz mi, normalde sarışın olan Kirsten'ın kızıl olması, normalde kızıl olan Emma'nın sarışın olması? Sadece ben mi? Peki.)

Kısacası filme ön yargılı davranmak için bir sürü eften püften sebebim vardı ve izlemedim, birkaç saat öncesine kadar. Ve diyebilirim ki, ayıp etmişim.

Emma Stone'a hayranım zaten ve bu filmde de yine çok güzel, çok başarılı. Kendisinin filmografisini takipteyim.

Andrew Garfield'a ön yargımı kırmamsa Never Let Me Go ile oldu, bu filmde de beğendim, sırada The Social Network var. Çok sempatik görünüyor adam, fakat 83lü olmasına dumur olduğumu inkar edemem. Daha genç duruyor.

Sonunda filme gelirsem, aslında 7,5/10 ama Emma Stone için 8/10. Film uzun ama sıkılmadan izlettiriyor kendini. 
-Oyunculuklar gayet başarılıydı, Andrew Garfield özellikle baya iyi iş çıkarmış. Tobey'den daha iyi bir Peter Parker olduğu kesin.
-"With great power, comes great responsibility (Büyük güç, büyük sorumlulukla gelir)" lafını bırakmalarına çok sevindim, bıkmıştım çünkü artık aynı şeyi duymaktan. Bu filmde de "responsibility (sorumluluk)" tekrar ediliyor, ama eskisi kadar çok değil. 
-Dövüş sahnelerini benzerlerine nazaran daha gerçekçi buldum, biri dövüşürken öbürü bön bön bakmıyor etrafa, iki taraf da var gücüyle çabalıyor gibi geldi.
-Gwen hem bu kadar bilmiş hem de bu kadar sempatik nasıl olabilmiş, bilemiyorum.
-May halayı oynayan kadın yakışmamış, bir sırıtıyor kadın rolde. Kadına yeteneksiz demiyorum, bu role uymamış bence diyorum. Brothers&Sisters'da böyle bir sorun yaşamamıştık kendisiyle. Ayrıca Peter'ın o kadar şaftı kaymış hallerine dair o kadar tepkisiz kalması hiç gerçekçi değildi. Çantasından yumurta çıkardı diye bıraktı mevzuyu. Benim annem olacak var ya...
-Spiderman'in yakaladığı adamlarla dalga geçmesi çok yerindeydi. O otopark sahnesi gerçekten filmin en eğlenceli yerlerinden biriydi.
-Amcasını öldüren adam noldu, açıklamadılar onu. Kolunda yıldız falan aradı hep filmin ilk 80-85 (küsürat mı verseydim acaba) dakikası falan, sonra birden boşverildi o konu. Bir sonraki filmde artık.
-Sonlara doğru abartılar ve gereksiz dramlar filmi ele geçirdi, sonlara doğru bozdu film, çok bozdu önünü alamadık hatta. Yok tüm o inşaat çalışanları sıraya geçti, Spiderman yaralı haliyle, topallaya topallaya yetişmeye çalışıyor falan. O yaralara ne oluyor hiç bilmiyoruz zaten, adam bacağından vuruldu ama üzerine bir ağ atması yeterli oluyor, kurşun vücut içinde çözülüyor herhalde. Ya da vurulmadı, sıyırdı da ben yanlış anladım?
-En başta, o örümceğin tüm gün içinde dolaşıp, sadece ensesinden ısırması çok saçmaydı. Hatta Oscorpe'ta o Peter'ın örümcekleri saldığı yerde, orası neydi hiç anlamadım mesela. Tamam babası uğraşmış zamanında da, o kadar örümcek (ki bir kısmını Peter saldı gitti orada, biri içine girdi de, diğerlerine noldu?), o kadar ağ, ne yapıyorlar demezler mi adama?
-Baş kötünün Dr. Connors olmasına üzüldüm açıkçası, ama sonrak filmlere dair büyük umutlarım var. 

Bir iki şeyde de "Oha, abart" deyip kınamıştım ama hatırlamadım şimdi. Sevdiği kızdan onu korumak için ayrılması klişesi de gereksiz ama hikaye gereği mecburiydi zannediyorum.

Bir de Flash adını duyunca bir tek ben mi Wally West bekledim, hm? Sonra onun DC, bunun da Marvel olduğunu hatırlayınca hayal kırıklığı yaşadım resmen, o 5-10 saniye ne kadar heyecanlanmıştım. Neyse.

Son olarak, Emma Stone'la Andrew Garfield'ın gerçek hayatta da beraber olmalarına bayıldım (hala beraberler mi bilmiyorum aslında), çok sevimli bir çift olmuşlar.

Evet. Bu filmde böyle işte. İyi seyirler.

12 Ocak 2013 Cumartesi

Film - Pitch Perfect (2012)

Merhabalar.

Sınav haftamın bitmesinin getirdiği rahatlıkla son 3 günde bir sürü şey izledim. Sıra bunları anlatmakta.

Pitch Perfect, popüler (mainstream) müzik ve gençlik filmlerini sevenleri mutlu edebilecek bir film. Bir üniversitedeki a cappella gruplarının (evet, tam 4 taneler, ki bu daha sadece bir üniversiteninkiler) kendi aralarındaki rekabeti ve daha önemlisi, üniversiteler arası turnuvada yarışmalarını konu alıyor. Klasik gençlik filmi ögeleri de var tabii; asi, "herkesten çok farklı, kimsenin anlamadığı" genç kızımız, yakışıklı, anlayışlı, komik, güzel sesli, her güzel özelliğin tek bir pakette toplanmış hali olan genç delikanlımız ve bunların sürekli yollarının kesişmesi ya da bahsi geçen genç kızın filmin sonunda bir ebeveyniyle ilişkisinin düzelmesi mesela. Step Up serisi gibi, konudan çok bir şey beklemeden izlemek daha iyi olur. 

Oyunculuklar vasatın üzerinde, Anna Kendrick (Up in the Air, Twilight) ve Brittany Snow (John Tucker Must Die, çeşitli 2. sınıf korku filmi denemeleri) kadrodaki en bilindik isimler. Rebel Wilson ise yeni parlamaya başlayan bir yıldızmış, bu filmde "Fat Amy" olarak gayet başarılı. Anna Camp de tutucu ve takıntılı "Aubrey" rolünün hakkını veriyor, ara ara karaktere kafa atmak isteyebiliyorsunuz. Ve tabii ki esas oğlanımız Skylar Astin. Bir erkeğin sesinin güzel olması, şarkı söyleyebilmesi kesinlikle kocaman bir bonus. Christopher Mintz-Plasse (Superbad, Kick-Ass, Year One) ise minik bir rolü olmasına rağmen, içinde olduğu sahneleri çalıyor kesinlikle.

Yukarıdaki isimlerin dışında, a capella gruplarının geri kalanını oluşturan insanların gerçekten a cappella-cı olması gibi güzel bir detay mevcut. 10 kişilik gruplardan sadece 3'ünün repliği olmasının açıklaması da bu olsa gerek. 

Filmin en güzel yanıysa, tartışmasız bir şekilde, müzikleri. 16 şarkıdan oluşan bir soundtracki var, ki bunların 14ü filmde yer alan a capellalar. 1 hafta aralıksız dinlense bile bıkılmayan mash-uplar var, çok iyi iş çıkarmışlar. Soundtracki iTunes ya da Youtube'dan dinleyebilirsiniz. Soundtrackte yer almadığı için hayal kırıklığına uğradığım iki şarkı var, Titanium'um a capella versiyonu ve Keep Your Head Up. Özellikle Keep Your Head Up, bu filmin bana kattığı en güzel şeylerden biri. 

Bahsetmek istediğim son şeyse, Anna Kendrick'in bardakla şarkı söylediği sahne. İlgili sahne için şöyle alalım sizi (ürkütücü görüntü kalitesini yok sayın, bu sadece olayın neye benzediğini anlamanız için):


Bu bardakla melodi tutturma olayı çok hoşuma gitti. Bir röportajında Anna Kendrick bunu bir videoda görüp, öğleden sonrasını buna adayarak bir günde öğrendiğini söylüyor. Heves ettim, ben de yapacağım.

Sonuç olarak, güzel zaman geçirmelik bir film bu.

İyi seyirler.